Türklerde Toplum Yapısı ve Kültür Rekabetleri
*Sergen Doğru[1]
Sosyoloji alanında Türk toplum yapısı, sınıfları ve gelişimi üzerine maalesef ciddi pek fazla çalışma yapılmamıştır. Bu konudaki kaynak sayısı bir elin parmağını geçmemektedir. Kaldı ki bu eserlerin bir kısmı cumhuriyet dönemi ve akabindeki gelişmelere, bir kısmı da Osmanlı imparatorluğunun kuruluşundan başlayarak günümüze dair incelemeler barındırmaktadır. Fakat şunu da belirtmek lazım ki bu eserlerin hiçbiri doğrudan Türk toplum yapısını, sınıf gelişimini, sosyal tabakalaşmasını ve hareketlerini değerlendirmemişlerdir. Ancak dolaylı olarak konunun gerektirdiği durumlarda üstü kapalı geçiştirilmiştir. Ele alacağım bu konuyu çözümlemek için Türk toplumunun tarihsel gelişimini izlememiz gerekecektir. Türkler, kurdukları devletlerle ve devlet sistemleriyle dünya tarihine adlarını altın harflerle yazdırmayı başarsa da yine de sosyal ve kültürel bakımdan birtakım bilinmezlik ve püf noktaları barındırmaktadır. Örneğin, Ta-Po Kağan[2] döneminde Türkler genellikle Budizm kültürünü benimserken Bumin Kağan döneminde genellikle Gök Tanrı kültürüne tabii oluyorlardı. Bir devlet içinde birden fazla din ve kültür mevcut bulunabilir fakat bunların sadece biri devlet içinde daha baskılı ve güçlü hale gelebilir. Bu kural değil yaşam biçimidir. Türk devletleri, aslında belirli zaman dilimlerinde toplum yapılarıyla çelişen durumlarda birbirleriyle çatışmış ve iki taraftan biri mutlak zafer alarak mevcut kültür ve sosyal otoriterlerini uygulamışlardır. Türk toplum yapısı içinde sınıf ve tabakalaşma sürecinin tam olarak çözümlemek için öncelikle Türk toplumunun tarihsel gelişimine bakmak gerekir. Tarihsel gelişim anlaşılmaksızın sınıflaşma olgusunu doğru açıklamak mümkün değildir. Aslında yerleşik hayata geçmekle önemli bir adım atan Türk toplumları, bu adımla sosyalleşmenin ve kültürlerini daha baskılı uygulamalarının ne kadar mühim olduğunu öğrenmişlerdir.
Yakın tarihimize gidersek, Osmanlı Devleti’nin toplumsal yapısı ile 552’de kurulan Göktürk Devleti’nin toplumsal yapısı arasında farklar olduğunu görebiliriz. Bunun asıl nedeni coğrafi Konum, din, komşu devletlerin çeşitliliğidir.
Aslında bu üç maddeye birden çok madde daha eklesek kesinlikle hata yapmayız. Bu iki devlet Türk olmasına rağmen kültür ve toplum yapılarında farklılıklar mevcuttur. Türk toplum yapısı içinde kültür değişimlerini inceleyen Mümtaz
[1] Dumlupınar Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih
[2] Göktürk Hakanlığı’nda Budizm’i kabul eden ilk kağandır.
Turhan[1]’ın değerli araştırması sahasında ilk örneği teşkil etmektedir. Fakat konuyu Osmanlı toplumunun belli bir döneminden başlayarak incelemesi önemli bir eksikliktir. Zira yenileşme sürecinde tutum ve davranışların gerisinde ferdin içinde yetiştiği grup normları, kültür değerleri ve kişilik unsurları önemli etkenlerdir. Bunlar karmaşık ve “bataryalı değişkenler” olarak ferdin zihni eylemlerine ve dünya görüşüne bir takım derinlikler kazandırır. Sosyal psikoloji açısından bir kişinin değişmeye olan eğilimlerini incelemek için her şeyden önce onun yetiştiği sosyal çevreyi ve tarihsel gelişimi iyi değerlendirmemiz gerekir. Bu nedenle Osmanlı toplumu ve aydınlarının değişmesi sürecini tarihsel gelişimlerden kopararak belli bir dönemden başlayarak incelemek tarihi olayların sürekliliği ilkesine aykırı bir anlayıştır. Hazarların, Doğu ve Batı olarak Türk dünyasını ikiye ayırması ve dünyadaki kök dinlerin bünyesinde yaşamasına izin vermesi Türk kültür ve toplum yapısını muazzam derece etkilemiş, Rusların da bu gelişmeye müdahil olmasıyla da bir takım asilimasyon faaliyetleri gerçekleşmiştir. Orta Asya’da Rusların, Anadolu da Araplar ve Haçlıların baskıları altında kalan Türkler, saf kültür yapılarını koruyamayarak bölgesel kültür asilimasyonuna maruz kalmışlardır. Eski Türkler ile Osmanlı toplumunun arasında sürekli bir bağ olduğunu ilk gören ve dile getiren büyük Türkçü üstat Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp üstadın 1925 yılında yayınlanan Türk Medeniyeti Tarihi isimli ünlü eseri ile daha önceki yayınlanmış makaleleri İslamiyet öncesi Türk toplumlarının sosyoekonomik[2] ve kültürel hayatlarını incelemektedir. Özellikle “İslamiyetten önce Türk dini, eski Türklerde mantık, İslamiyetten önce Türk devleti, Türk ailesi ve İslamiyetten önce Türk iktisadı” gibi tamamıyla sosyolojik nitelikteki Durkheim[3]’ci bir metodla inceleyen Türk Medeniyeti Tarihi eserini bir çeşit sosyoloji tarihi olarak değerlendirebiliriz. İki cilt halinde toplamayı düşündüğü Türk Medeniyet Tarihinin ikinci cildini teşkil eden “İslamiyetten sonra Türk medeniyeti” adlı bölümünü erken ölümü nedeni ile ele alamamıştır. Bugün Türk toplumunun tarihi gelişimini incelemek isteyen her araştırmacı şüphesiz üstat Gökalp’in Türk Medeniyet Tarihi ve Türk Töresi gibi gerçekten çok önemli sosyolojik belgeleri kapsayan kaynak kitaplara başvurmadan hiçbir konuyu doğru değerlendiremez. Bu iki kitap aynı zamanda eski Türklerde çeşitli sosyal olguları belirli bir sistem içinde sıralamada yöntem ve teknikleri nasıl kullanılabileceğimizi göstermesi açsından da oldukça ilgi çekici ve bilgilendiricidir. Sosyo ekonomik, kültürel, siyasi, uygarlık, edebiyat ve sanat değerlerinin Türk toplumundaki gelişimini kendisine konu olarak seçen bir araştırmacı, özellikle bu tarihi oluşum ile
[1] Mümtaz Turhan, (d. 1908 – ö. 1 Ocak 1969), Türk sosyal psikolog, akademisyen ve yazardır.
[2] Toplumsal değerler ve ekonomi arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalıdır. Ekonomik değişimlerin toplum üzerindeki etkilerini ele alır.
[3] Émile Durkheim (15 Nisan 1858, Epinal – 15 Kasım 1917, Paris), Fransız sosyolog, sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır
sürekliliğe, olaylar arasındaki bütüncüllüğe son derece dikkat etmek zorundadır. Bu hususta Fuad Köprülü’ye değinmeden geçmek istemiyorum. Fuad Köprülü, Türk toplumunun kendi iç meseleleri konusunda bir kopukluk yaratmadan tarihi perspektif içinde incelemenin önemine değinirken aynı zamanda İslam dünyasının tarihini incelerken de Türk tarihine başvurmadan bir konuyu gereği gibi açıklamanın mümkün olmayacağını da dile getirmiştir. Şöyle ki; “Türkler, İslam ümmeti camiasına girerek, İslam medeniyeti adına verdiğimiz büyük kültür dairesinin inkişafına Araplar, İranlılar vesair Müslüman unsurlarla müstenit devlet kurmuşlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşundan başlayarak son asra kadar İslam dünyasının hegemonyasını elinde tutmuşlardır. İşte bu bakımdan dünyanın ve bilhassa İslam dünyasının mukadderatı üzerinde büyük ve devamlı bir tesir yapmış olan Türklerin tarihini bilmeden İslam tarihini anlamak mümkün olmayacağı nasıl tabii ise, İslam tarihi çerçevesi içine sokmadan orta zaman Türk tarihini anlamanın mümkün olmayacağı da o kadar tabiidir.”[1] Bu açıklamalar Fuad Köprülü’nün, Sosyal Tarih adını verdiği düşünce ve sanat tarihi, din tarihi içinde geçerlidir. Bu döneme ait yapılacak her türlü araştırmalar sadece bir millete ait nitelikleri değerlendirmekle elde edilemez, o milletin dahil olduğu İslam dünyasını da göz önüne almak gerekir. Örneğin “Müslüman Türklerin hukuk tarihini incelemek için teorik ve hukuki kuruluşların Araplar ve İranlılardaki tarih evrimini de anlamak zorunludur”. Bunun gibi bir toplumun kendi iç meselelerini açıklarken de her dönemin bir öncekinin devamı olduğu hususundaki Köprülü’nün ileri sürdüğü tezin ilk izlerine 1913 – 1918 yılları arasında çıkan Bilgi Mecmuası ile Milli Tetebbular Mecmuası’nda da görebiliyoruz. Köprülü’ye göre “bütün Türk tarihi ve Türk kültür tarihi, kaynaklarından bugüne kadar zaman ve mekân içinde bir bütün olarak incelenmesi gerekir.”[2] Aslında tarihi bütüncülük ilkesiyle kaleme almak son derece yaygın bir hal alsa da kültürel hareketliliklerin bütüncülük ilkesiyle zarar göreceğini belirtmekte fayda vardır. Bu konuya dair Mehmet Altay Köymen ise “Orta Asya Türk medeniyeti çevresinde Orta ve Yakın Doğu İslam medeniyeti çevresine girerek, bu bölgeye yakın zamana kadar arasız hâkim olan; Selçuklu, Eyyubi, Memluk ve Osmanlı devletlerini kuran Oğuz Türkleri özelliklerini görüleceği gibi zamanımıza kadar koruyabilmişlerdir. Şu halde Türk tarihi, bu arada Türk medeniyeti ve kültürü, Fuad Köprülü’nün Türk edebiyatı için dediği gibi esas itibariyle bir bütündür.”[3]Cümleleriyle lisan koyabiliriz. Eski Türk toplumunun sınıf esasına göre bir toplum modeline sahip olup olmadığını incelemeden önce sınıf kavramının sosyolojik anlamda sınıf kavramını irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Bunun içinde sınıf,
[1] W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, S. 13,
[2] M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, S. 10,
[3] M. A. Köymen, Selçuklu Devrinin Özellikleri, Atsız Armağanı, s 358 – 359,
tabakalaşma, hiyerarşi ve sosyal unvan gibi kavramları Marksist ve Anti Marksist (Akademik Sosyoloji) açısından değerlendirmeye almak mühimdir. Özetleyecek olursak sosyal tabakalaşma, bir toplum veya grup içinde sosyal statüde meydana gelen farklılaşmadır. Refah ve gelirde eşitsizlik ekonomik tabakalaşmanın örneği olabileceği gibi bazı kimselerin unvanlarından ötürü diğerlerine oranla daha fazla saygınlık ve yetki sahibi olması da sosyopolitik tabakalaşmayı yaratır. Zira bir toplum içinde bazı mesleklerin diğerlerinden daha fazla itibar ve yetkiyi temsil etmesi de mesleki tabakalaşmanın varlığını gösterir. Bu anlamda sınıf ekonomik, mesleki ve siyasi statüleri birbirine benzeyen bir toplumda fertler çoğunluğunu ifade eder. Türk tarihindeki bir diğer etken mülkiyetçi politikadır. Türk toplum yapısının tarihi gelişimini açıklarken, klandan boylara ve oradan da il kuruluşlarına kadar birbirini izleyen gelişim zincirinde bazen sınıf yerine hiyerarşi, bazen da farklılaşma veya tabakalaşma kavramları kullanılmış ve bu yüzden de önemli sosyolojik hatalar yapılmıştır. Çoğu kez, göçebe Türk toplumları ileri bir sanayi toplumu gibi düşünülerek, sosyal rütbeleşme süreci yerine sınıfsal gelişmeden söz açılmıştır. Bilimsel araştırma açısından eski Türk toplumlarını incelerken Marksist yöntemi uygulayanlar sürekli olarak sosyal rütbenin meydana getirdiği farklılaşma veya hiyerarşi yerine sınıf kavramını kullanmışlar: farklılaşma, sosyal rütbe ve sıralamaları ise sınıf mücadelesinin birer proto tipi olarak görmüşlerdir. Bunların Marksist anlamdaki sınıfsal gelişmeyle bir ilgisi olmadığı gibi akademik Sosyolojinin de sınıf yorumunu kapsadığı iddia edilemez. Bu yanılgılara sırası geldikçe değineceğiz. Türk toplumunun tarihi gelişimi göz önüne alındığı takdirde, toplum yapısı ile mülkiyet biçimi arasında bir ilişkinin var olduğunu gözleyebiliriz. Bu nedenle de, hem Orta Asya Türklerinde hem de Selçuklu ve Osmanlılarda sınıf yapısının özelliklerini anlamak için genel olarak Türklerde mülkiyet anlayışına değinmek yanlış olmaz. Eski Türklerde mülkiyet anlayışı ise, ilkin mülkiyetin özellikleri ve sınırlarını belirtmeniz gerekmektedir. Bunun için de bir efsane veya mitolojiye değinmek istiyorum. “Çünkü: Efsaneler, masallar her toplumda folklorun en önemli kısmını teşkil ederler. Bunların sayesinde dünyaya düzen ve anlam verilir. Bizim, kendi öz efsane ve masallarımız, inanç sistemimizin diğer herhangi bir kısmı kadar bizim için bir gerçektir”. Malinowski[1]‘nin okuyup yazma bilmeyen, ilkel toplumların efsaneleri hakkında bu söyledikleri bizim için de, okuyup yazma bilen toplumlar için de doğrudur. “İlkel, vahşi küçük bir toplumda var olan biçimiyle yani yaşayan en basit durumu ile efsane anlatılan bir hikâye değil yaşanan bir gerçektir. Efsane, bugün bizim romanlarda okuduğumuz çeşitten hayali uydurma bir hikâye değildir; o, çok eski zamanlarda ortaya çıktığına ve o günden beri dünya ve insanın kaderi
[1] Bronisław Kasper Malinowski (7 Nisan 1884 – 16 Mayıs 1942) Polonyalı antropolog, bilim insanı.
üzerinde tesir etmeye devam ede geldiğine inanılan canlı bir gerçektir. Tam dindar bir Hıristiyan için evrenin yaratılışına, Âdem’in cennetten düşüşüne, Hazreti İsa’nın necat (kurtuluş) için kendisini çarmıhta feda etmesine dair İncil’deki hikâye ne ise, efsane de bir vahşi için odur. Bizim bu tür bir kutsal hikâyemiz nasıl ibadet ve ayinlerimizde, ahlaklılığımızda yaşıyor, nasıl imanımıza tesir ediyor, fiil ve hareketlerimizi kontrol altında tutuyorsa, vahşinin efsanesi de onun için aynı şeyleri yapmaktadır. Canlı bir şekilde incelenen bir efsane sembolik bir mahiyet taşımayıp konusunun doğrudan doğruya bir ifadesidir. Efsane sadece ilmi merakı tatmin amacıyla bir inceleme olarak ele alınmamalı, derin dinsel istekleri, ahlaki özlemleri, sosyal boyun eğme ve egemenlik ihtiyaçlarını, hatta uygulamalı yaşamın taleplerini tatmin etmek amacıyla anlatılan çok eski zamanlara ait bir gerçeğin hikâye şeklinde yeniden canlanması diye düşünülmelidir. Efsane, ilkel kültürlerde kendisinden vazgeçilmeyen bir görevi yerine getirmektedir: , “O inançları ifade eder, onlara şiddet ve kanun mahiyeti verir; o ahlaki korur ve kuvvetlendirmeye yarar; ayinlerin etkili olmasını yüklenir ve insana öncülük eden uygulamalı kuralları kapsar. Böylece efsane, insan uygarlığının hayati bir unsurunu teşkil etmektedir; o, boş bir masaldan ibaret değildir; tersine çok çetin çalışmalar sonunda meydana gelmiş etkin bir güçtür; efsane ne zihni bir araştırma ne de bir sanat ürünüdür, o ilkel iman ve ahlaki bilginin yararlı (pragmatik) bir anayasasıdır”.[1] Bu sosyolojik yorum içinde büyük Hun imparatoru Mete Han’a ait bir olayı açıklayarak hem Türklerde “halk-toprak” bütünleşmesini hem de ferdi ve kamu mülkiyetinin sınırlarını belirtmek istiyorum.
Büyük Hun imparatoru Mete’nin gençliğinde, kendi güçlü komşuları olan Tunguzlar, Mete’den günde 60 mil koşabilen ünlü atı ile güzel karısını istemişlerdi. Mete biraz vakit kazanıp, hazırlıklarını tamamlayabilmesi için hem atını hem de güzel karısını Tunguzlara vermişti. Mete’nin gittikçe kuvvetlendiğini gören Tunguzlar ondan sınırdaki çorak ve işe yaramaz bir küçük toprak parçasını isteyerek, düşmanlığı sona erdirmek istemişlerdir. Özellikle Orhun Yazıtlarının Türk kültürünü ve toplumunun şeklini bize altın tepside sunması kaçınılmazdır. En eski Türk efsanesini teşkil eden Mete Han efsanesi göstermektedir ki, Türklerde özel mülkiyet ve kamu mülkiyeti birbirinden ayrılmıştır; toprak ‘devlete yani kamuya aittir. Eski Türklerde mülkiyet kavramı yanında önemli bir husus da sınıf ve sınıflaşma olayıdır. Tarafsız kaynaklara göre eski Türklerde Halk tabakası, Beğler ve Kağanlardan İbaret olmak üzere iki sosyal tabakalaşmanın varlığından söz açılmaktadır. Göktürk yazıtlarında halk tabakasına “Kara Kamığ Budun’ yani “Kara Kemikli Millet” denirdi. “Ak Kemikliler” ise hiç şüphe yok ki beğler ve kağanlardı. Türkler, halk tabakasına yalnızca “Kara Budun” da derlerdi. Kara
[1] Kretch-Crutchfield, Cemiyet İçinde Fert, S. 121 – 122., Çev. Mümtaz Turhan
sözü, sonradan “halk” için kullanılan genel bir deyim haline gelmiştir. Soylulardan gelmeyen bir halk çocuğu veya hakanların halktan aldıkları evlatlıklar da Hanlık tahtına oturunca, ona Kara Han derlerdi. Zaman zaman halk çocuğu olma, Hanlık tahtına oturmak için bir engel teşkil etmiyordu. Ancak Türk toplumunun bu yapısal durumunu B. Ögel, bir sınıflaşma biçiminde düşünmemektedir. Oysa Barthold, bu duruma farklı bir açıdan değinmekte ve aynen şöyle demektedir: “Ülkenin kuruluşunda rol oynayan olağanüstü durum ve şartlardan biri zenginler, fakirler ve beylerle halk arasında cereyan eden sınıf mücadelelerinin kuvvetlenmesi pek mümkündür”.[1] Orhun anıtlarıyla tarihte ilk defa olarak kendisini Türk İsmiyle öne çıkaran Göktürkler veya Çin kaynaklarına göre “Tu-Kiu” Tukyulardır. Bütün Türk dünyası adını onlardan almıştır. Yazıtlarda, eski parlak devirlerini anarken kendilerine Kök Türk’ler derler. 6. Yüzyılın ilk yarısında Altay dağları ve lrtiş nehrinin yukarı mecrası çevresinde, Juan-Juanlara tabi oldukları anlaşılmaktadır. 546 sıralarında Türk hakanı Bumin isyan eder ve 552’de kendilerini boyunduruk altında bulunduran Juan-Juan devletini ortadan kaldırır. Keza, 563-67’de Ak Hunları mağlup ederek, on dört yıl içinde Kök Türk İmparatorluğu’nu kurdular ve Mançurya[2]‘dan Kırım yarımadasına kadar olağanüstü bir süratle Türk yayılışını gösterdiler. Ancak, 630 yılı Türkler için yas yılıdır. Çünkü bu tarihte Göktürk kağanı İl Kağan Çin’e karşı büyük bir yenilgiyi hazmedemeyen birçok Türk büyüklerinin hayatlarına kendi elleriyle son verdiklerini görüyor, bütün Türk dünyası da böylece sonsuz bir anarşi ile ümitsizliğe gömülmüş oluyordu. 618 yılında Çin’de kurulan Tang Sülalesi, belki de bütün Çin tarihinin en güçlü ve şuurlu bir sülaleydi. Çinlilere göre artık, ne olursa olsun Türk kavimlerinin bile yerlerini değiştirip, daha az stratejik bölgelere yerleştiren bu sülale, Türk liderlerini de birer birer toplamış ve Çin sarayında gözaltına almıştı. 1300 sıralarında, Karasuk kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı Mongoloid boylarının bulunduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk kültürüne amil olan boylar, Kiselev’e göre, Kağnılı «Ting-ling». Boylarıydı. Kağnılı boyların Doğu kolu münasebeti ile kaydedildiği gibi, bunlar bugünki Çin’in kuzey bölgelerinde yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran, kısmen europeoid, fakat Mongoloidler[3] ile de gittikçe karışan boylardı. M.Ö. 600 sıralarında, aynı bölgede, Karasuk kültürü, bazı europeoid göçlerin tesiriyle, Tagar kültürüne çevriliyordu. M.Ö. 300 etrafımda, yeni mongoloid göçlerin neticesinde, Tagar kültürü Taştık kültürü olarak gelişti ve Altay dağlarına da uzandı. Taştık kültürü ise, M. V.-VI. yüzyıllarda, tarihi devirde Türkçe konuşan boyların kültürü şeklini aldı. Böylece, Kağnılı, Kırgız
[1] Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler. s.87
[2] Doğu Asya’da bugünkü Çin’in kuzeydoğu bölgesi ve Rusya Federasyonu’nun Primorski bölgesini kapsayan tarihî bir bölge.
[3] Çekik gözlü insanların dâhil olduğu ırk grubudur.
ve Kök- Türk kültürlerinin bir müşterek kökten doğduğu açıkça görülür. Türeyiş efsanesinden anlaşıldığına göre Kök-Türk sülalesi bir devirde bunları idare etmişti. Esasen dil ve yazı birliği gibi, hem Kağnılı boyların, hem Kök-Türklerin kurt olması da müşterek kültüre delalet eder. Bütün Türkçe konuşan boylar hakkında at, dağ keçisi ve su kuşlarına dair bazı efsaneler de müşterek kültür unsurlarıydı. Özellikle erken Altay mezarlarında çıkan eşyadan bilhassa şunlar söz konusudur. Tunç veya tahtadan kemer veya at koşumları süsleri; dünyanın bilinen en eski düğümlü halısı, deri ve muhtelif renkler, keçelerden müteşekkil figüratif motifli örtüler.[1] Pazırık devrinden beri Altay’da mevcudiyeti bilinen, bugün ki İç Asya Türk göçebelerinin “tös” (eski Türkçe “töz”)[2] dediği keçeden yapılmış hayvan ve insan şeklinde büyük kuklalar da, Taştık devrinde, devam ediyordu. Taştık mezarlarında gayet Natüralist[3] şekilde keçeden veya Çin ipeğinden yapılmış insan boyunda kuklalar, vücudu yakılmış olan ölülerin yerine yatırılıyor ve yüzlerine yukarıda bahsi geçen pişmiş topraktan maskeler takılıyordu. Bunların, Kök-Türk devrinde adları “tuh” idi. Türk Kültür ve Toplum Yapısını ele almak uzunca bir araştırma söz konusudur. Bu yazımda da çeşitli kaynaklardan yararlanarak ve çoğu kendi görüşümden oluşan kısa bir akademik not meydana getirmek istedim. Türk kültürünün daima yaşacağını daha nice kaynaklara dayanarak sizlerde görebilir ve atalarımızın bizlere bıraktığı bu mirasın ne anlama geldiğini bu kaynaklar yardımıyla öğrenebilirsiniz.
[1] Barthold, a.g.e., s.145
[2] Mehmet Altay Köymen, a.g.e., s.177
[3] Felsefi bir akım olarak doğan, doğacılık anlamına gelen, sanatta ve edebiyatta temel olarak doğayı amaç edinen düşüncedir.
KAYNAKÇA
BARTHOLD, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, 2013
BARTHOLD, İslam Medeniyeti Tarihi, 1973
KRETCH-CRUTCHFİELD, Cemiyet İçinde Fert, 1971
KÖYMEN Mehmet Altay, Selçuklu Devrinin Özellikleri, Atsız Armağanı, 1976
KÖPRÜLÜ Mehmet Fuat, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 1972
2 Comments
makaleyi tek solukta bitirdim. Üslup ve sunum çok güzel. Bugün bazıları Türkler İslama zorla girmiştir gibi zırvalara da cevap vermiş makale. Teşekkürler.
Paylaşımınız için teşekkür ederiz faydalı bilgiler.